RFT Nedir?

Merve Terzioğlu & Fatih Yavuz

İlişkisel Çerçeve Kuramı (Relational Frame Theory – RFT): Bir Dil ve Biliş Teorisi

RFT; işlevsel bağlamsalcı (functional contextualism) felsefe temelinde dil ve biliş üzerine geliştirilmiş, insan davranışlarının anlaşılmasına katkı sağlamayı amaçlayan kapsamlı bir kuramdır. Kabul ve Kararlılık Terapisi’nin (ACT) teorik zeminini oluşturan RFT önermelerinin halihazırda desteklendiği 200’ün üzerinde ampirik çalışma mevcuttur.

RFT’ye göre insan dil ve bilişinin temelini keyfî olarak uygulanabilir ilişkisel yanıtlama (arbitrarily applicable relational responding) olarak tanımlanan davranış oluşturur. RFT’nin kısa bir özeti gibi olan bu ifadeyi yakından incelemek konunun anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

Yanıtlama; bir uyarana tepki olarak ortaya çıkan davranış olarak tanımlanır. İlişkisel yanıtlama ise; uyaranlar arasındaki ilişkiye yanıt verme davranışıdır. Mesela bir maymun, farklı boyuttaki birçok çubuk (uyaran) arasından en uzun çubuğu seçmeyi öğrenebilir. Her seferinde uzun olan çubuğu seçmesi pekiştirildiği takdirde, maymun çubuklar arasındaki uzunluk ilişkisini soyutlayarak bu ilişkiye yanıt vermeyi öğrenecektir. Artık başka ortamlarda da -daha önce seçtiği için ödüllendirilmemiş olsa dahi- sırf en uzun olduğu için bir çubuğu seçebilecek şekilde yanıtlamasını genelleştirebilecektir. Ancak burada söz konusu olan, uyaranların fiziksel özelliklerine dayalı bir ilişkidir. Bu da bizi yukarıdaki ifadede geçen diğer terime götürür. Bir ilişki, uyaranlar arasındaki fiziksel özelliklere dayalı ise ‘keyfi-olmayan (nonarbitrary)’, uyaranların fiziksel özelliklerinden bağımsız olduğu takdirde ise ‘keyfi (arbitrary)’ olarak adlandırılır.

Keyfi ilişkiler, sosyal kabul aracılığıyla oluşturulan ve içerisinde bulunduğu sosyal bağlam dışında var olmayan ilişkilerdir. Burada ilişkiyi, uyaranların keyfi-olmayan (fiziksel) özellikleri değil, içerisinde bulunduğu bağlam belirler. Mesela ‘limon’ kelimesi ile gerçek bir limon arasında fiziksel benzerlikten kaynaklanan herhangi bir ilişki söz konusu değildir. Türkçe bilmeyen biri için bu harf kombinasyonu (l-i-m-o-n) hiçbir anlam ifade etmeyecek; Latin alfabesini bilmeyen biri için ise anlamsız şekillerden ibaret olacaktır. İçinde bulunduğu sosyal bağlam dışında anlamı olmayan ‘limon’ kelimesi, Türkçe konuşulan sosyal bağlamda gerçek bir limonun işlevlerine sahip olacak; kiminin zihninde sarı oval bir meyvenin canlanmasına sebep olurken, kiminin yüzünü buruşturmasına, kimininse ağzının sulanmasına yol açacaktır. Bunun gibi keyfi ilişkilere yanıt verme yetisine sahip olduğu gösterilmiş olan tek canlı türü insandır. Maymun örneğinde olduğu gibi, hayvanlar fiziksel ilişkileri soyutlayarak yanıt vermeyi öğrenebilirken; insanlar bu yetiyi bir adım daha ileri götürerek uyaranın fiziksel özelliklerinden bağımsız bir şekilde soyutlamayı yani keyfi ilişkilere yanıt vermeyi öğrenebilirler.

Peki insanlar nasıl oluyor da keyfi ilişkilere yanıt verebiliyorlar?

Bu soruya cevap vermeden önce önemli birkaç noktaya değinmek gerekir. İnsanlarda öğrenme iki-yönlüdür. A’nın, B ile aynı olduğunu öğrenirsek; B’nin de A ile aynı olduğu sonucunu çıkarırız. Doğrudan öğrenme (klasik koşullanma, edimsel koşullanma vs.) yoluyla bir ilişki öğrendiğimizde, bundan bir ilişki daha türetiriz. Fiziki olarak bir limon bize gösterilip ‘limon’ dendiği takdirde, ‘limon’ sesinin fiziki limonun karşılığı olduğu bilgisini de kendimiz türetiriz. Yine, örneğin “Sevinç, Ahmet’ten büyüktür.” bilgisi bize verildiğinde, Ahmet’in Sevinç’ten küçük olduğu bilgisini de biz türetiriz. Bu metnin okuyucusu için bu çok sıradan bir şey gibi gözükebilir; ancak karşılıklı gerektirme (mutual entailment) dediğimiz bu fenomen insana özgüdür. İnsan dışında bir canlıya, A’nın B ile herhangi bir ilişkisi olduğu öğretildikten sonra, B’nin de A ile bir ilişkisinin olduğu ayrıca öğretilmelidir.

Bir diğer önemli nokta farklı ilişkilerin bir araya getirilebilmesidir. Örneğin A, B ile; B de C ile aynı ise; C’nin A, A’nın da C ile aynı olduğu sonucunu çıkarırız. İngilizce konuşulan bir bağlamda gerçek bir limon gösterilip ‘lemon’ dendiği takdirde; ‘lemon’ sesinin limonu işaret ettiği bilgisinin (ilişkisinin) yanısıra ‘lemon’ ve ‘limon’ kelimelerinin aynı anlama geldiği bilgisini de türetiriz. Yine, “Sevinç, Ahmet’ten büyüktür.” bilgisinin yanında “Hasan, Sevinç’ten büyüktür.” bilgisi de verildiği zaman; Sevinç’in Hasan’dan küçük olmasının yanısıra Hasan’ın Ahmet’ten büyük olduğu ve Ahmet’in Hasan’dan küçük olduğu bilgilerini de türetiriz. Bize Ahmet’le Hasan’ın aralarındaki büyüklük-küçüklük ilişkisine dair hiçbir şey öğretilmemiş olmasına rağmen biz bu ilişkileri türetiriz. Bu fenomen de bilgilerin (ilişkilerin) bir araya getirilebilmesine atıfta bulunarak, birleşimsel karşılıklı gerektirme (combinatorial mutual entailment) olarak adlandırılır.

“Keyfi uygulanabilir ilişkisel yanıtlama” ile eş anlamlı olarak kullanılan “türetilmiş ilişkisel yanıtlama (derived relational responding)” terimindeki ‘türetilmiş (derived)’ ifadesi yukarda bahsettiğimiz iki fenomene karşılık gelmektedir.

İnsanların keyfi ilişkilere nasıl yanıt verebildiği sorusuna gelirsek: ilişkisel yanıtlama edimsel bir davranıştır ve bu davranışın bizzat kendisi öğrenilir. Küçük yaşlardan itibaren birçok farklı nesne ve olay arasındaki ilişkileri doğrudan öğrenme yoluyla öğreniriz. Mesela ebeveynlerimiz gördüğümüz şeylerin -sadece parmaklarıyla işaret ederek- isimlerini söylediğinde ya da ‘bu köpek(tir)’, ‘bu masa(dır)’, ‘bu Zülal(’dir)’, ifadelerini defalarca kullandığında, işaret etme davranışının ya da ‘..dir’ ifadesinin aynı kaldığı yüzlerce öğrenme sürecine maruz kalırız ve böylece tüm bu öğrenme deneyimlerimizde aynı kalan işaret etme davranışını veya ‘..dır’ ifadesini soyutlarız. ‘İşaret etme davranışı’ ve ‘..dır’ ifadesi gibi uyaranların nasıl ilişkilendirildiğini belirleyen ipuçlarına ‘bağlamsal ipuçları’ adı verilir. Bağlamsal ipuçları, ‘aynı’, ‘…dır.’, ‘daha büyük’ gibi birtakım görsel ya da işitsel birleşimler veya elle işaret etmek gibi birtakım hareketler, jestler ya da mimiklerden oluşabilir. Bağlamsal ipuçları bir kez öğrenildiği takdirde ise çevredeki her nesneye ve olaya uygulanabilir ve böylece ilişkiler uyarandan bağımsız hale gelir. Bu da her şeyin, her şeyle ilişkilendirilebileceği bir durum ortaya çıkarır. Uyaranları eşitlik, benzerlik ilişkilerine yerleştirebildiğimiz gibi; zıtlık, nedensellik, farklılık gibi bir çok farklı ilişkiye de yerleştirebiliriz. Keyfi uygulanabilir ilişkisel yanıtlama ile eş anlamlı olarak kullanılan, kurama ismini veren ilişkisel çerçeveleme (relational framing) terimi de herhangi bir şeyin herhangi bir çerçeveye yerleştirilebileceğine atıfta bulunarak tam da bu sürece vurgu yapmaktadır.

Peki her şeyi her şeyle ilişkilendirebilmek neye yol açar?

Bu sorunun cevabına geçmeden önce uyaran işlevinden (stimulus function) kısaca bahsedelim. Bir organizmanın davranışının, belirli bir uyaranla ilişkili olarak ya da bu uyaranın etkisinde ortaya çıkması; bu uyaranın organizma davranışı üzerinde bir işlev sahibi olduğu anlamına gelir. İşlev; uyaranın doğasındaki bir özellik değildir, dolayısıyla ancak o uyaranın içinde bulunduğu bağlam ve organizmanın tepkisi analiz edilerek anlaşılır. Mesela, uyaran olarak bir zili ele alalım. Bu zil, onu gördüğümüzde görme duyumuz için bir işleve sahipken, çaldığında ise işitme duyumuz için bir işleve sahip olacaktır. Aynı zil sesi, okuldaki bir öğrenci için ise derse girmesi ya da çıkması yönünde bir işleve sahip olabilecekken, bir kurumda görevlinin çağırılması işlevine sahip olabilecektir. Yani aynı uyaran, farklı kişi ve bağlamlarda farklı işlevlere sahip olabilir.

Önemli olan bir diğer nokta ise bir uyaranın işlev(ler)inin başka bir uyarana transfer edilebilmesidir. Mesela Pavlov’un yaptığı deneyde yiyeceğin salya akıtma işlevi zile transfer olmuştur. Artık Pavlov’un köpekleri için zil, yiyeceğin uyaran işlevlerinin bir kısmına sahip olur. Bu örnekte olduğu gibi uyaran işlevleri, doğrudan öğrenme aracılığıyla değişebilirken; insanın doğrudan öğrenmeye gerek kalmadan ilişkilendirebilme kâbiliyeti, uyaran işlevlerinin değişimi için sonsuz sayıda imkanın ortaya çıkmasını sağlar. Artık her şey, her anlama -bir diğer ifadeyle her işleve sahip hale- gelebilir.

Konuyu daha iyi anlamak için gündelik hayatımızdaki bir örnek üzerinden bu süreçleri gözden geçirelim. Dil gelişimi tamamlanmamış küçük bir çocuk, üç adet 5 liralık kağıt paranın bir adet 100 liralık kağıt paradan daha çok olduğunu düşünebilir. Burada çokluk; görüldüğü gibi fiziksel özelliklerine göre belirlenmiştir (veya daha teknik dille söylersek; fiziksel özelliklerin kontrolü altındadır). Ama aynı çocuk biraz daha büyüdüğünde ve dil gelişimi bir aşamaya geldiğinde bir adet 100 liralık kağıt paranın üç adet 5 liralık kağıt paradan daha çok olduğu gerçeğini öğrenir. Çocuğun dil gelişimiyle birlikte zamanla sosyal bağlamda öğreneceği bu yeni bilgi tamamen keyfi bir ilişkidir. Bu keyfi ilişki; karşılıklıdır (100 lira 5 liradan daha büyükse, 5 lira 100 liradan daha küçüktür), birleştirilebilir (100 lira 5 liradan daha büyükse ve 5 lira da 1 liradan büyükse; 100 lira 1 liradan büyüktür) ve ilişkilendirilmiş uyaranların işlevini değiştirebilir (çocuk 1 lira ile bir şeker alabiliyorsa, 100 lira ile daha önce hiç şeker almamış olsa bile şeker almak için 100 lirayı tercih edecektir.)

Peki RFT, dilin psikopatoloji ile ilişkisine dair bize ne söyler?

Dil aracılığıyla içinde bulunduğumuz âna her şeyi getirebiliriz. Örneğin, birkaç ay önce köpeğimizle taksim meydanında bir saldırıya uğradıysak, köpeğimiz için sadece o meydan ve meydana fiziksel olarak benzeyen yerler aynı korkuyu tetikleyebilecekken, biz evde sıcak koltuğumuzda otururken bile aynı korkuyu deneyimleyebiliriz. Duyduğumuz ya da gördüğümüz herhangi bir şey, o ânı düşünmemiz ya da konuşmamız; aynı duygu ve duyumları yaşamamıza yol açabilir.

Yine dil aracılığıyla her şey acı kaynağı haline gelebilir (iki-yönlü ilişki). Örneğin bir şeyi arzuladığımız zaman, sahip olmadıklarımızı da tecrübe ederiz. İstediğimiz bir şeyi elde ettiğimizde, onu kaybetme tehdidiyle de karşı karşıya kalırız.

Ve dahası dil aracılığıyla yaşadığımız acıyı arttırabiliriz: Örneğin “O saatte neden ordaydım?”, “Kendimi neden savunamadım?”, “Hala unutamıyorum”, “Hiç geçmeyecek.”, “İlerde daha da kötü olacak.” gibi cümlelerle acıyı sembolik olarak arttırırız.

Dil aracılığıyla, içsel yaşantılarımıza hoşa giden veya gitmeyen işlevler ekleyebilir, birtakım kurallar geliştirebiliriz: “Kaygı kötüdür.”, “Kaygıdan kurtulmalıyım.”, “Bunları yapmam için kendimi iyi hissetmem gerekir.” vb. Hoşumuza giden hislerin peşinden koşarken, gitmeyenlerden kurtulmaya çalışırız. Dış dünyada istemediğimiz şeylerden kaçıp kurtulmamız mümkünken, iç dünyadaki sembolik tehditler söz konusu olduğunda bu strateji çoğunlukla işe yaramaz. Çünkü dil -ve dolayısıyla dil aracılığıyla kurulan ilişkiler- öğrenilir ve öğrenilen bir şeyin öğrenilmemiş hale gelmesi mümkün değildir. Tam tersine sembolik ilişkilerden kaçınma çabası paradoksik etkilere yol açar. Travmatik anının ortaya çıkardığı acılardan kaçınmak için film izleyen biri için bir süre sonra film izlemek de acının kaynağı haline gelecektir. Çünkü – evet tahmin ettiğiniz gibi – öğrenme iki yönlüdür.

Özetlersek; doğrudan öğrenmeye gerek duymadan, keyfi-ilişkilere yanıt verebilme yetisine sahip olduğu gösterilmiş olan tek canlı türü insandır. Bu yeti, dil ve bilişin temelini oluşturur. RFT’ye göre dil, sembolik ilişkiler kurma ve bu ilişkilere yanıt verme davranışıdır ve insanın sahip olduğu tüm kompleks yetilerin temelinde yer alır.

Son olarak dille ilgili birkaç önemli noktaya değinelim:

  • Dil, kendisi de bizzat öğrenilmesi gereken tek öğrenme sürecidir ve bir kez öğrenildiği takdirde tüm öğrenme süreçlerini etkiler; nesnelere ve olaylara anlamlar yükler ve etkilerini değiştirir.
  • Dil, insanın diğer türlerden ayrılmasını sağlar; ancak aynı zamanda insan ızdırabının da kaynağıdır.
  • Dil, genelleşmiş, edimsel bir davranıştır ve dolayısıyla etkilenebilir. Sonuç olarak dilin etken bir faktör olduğu her durumda insan davranışı etkilenebilir.

Kaynaklar

Ramnero, J., & Törneke, N. (2008). İnsan Davranışlarının ABC’si. Litera Yayınları

Törneke, N. (2010). Learning RFT: An introduction to relational frame theory and its clinical applications. Oakland, CA: New Harbinger.

Villatte, M., Villatte, J. L., & Hayes, S. C. (2015). Mastering the clinical conversation: Language as intervention. New York: Guilford.

Zettle, R., Hayes, S. C., Barnes-Homes, D., & Biglan, A. (2016). Handbook of contextual behavioral science. Chichester, UK: Wiley-